Yapay zekâ, kısaca “insan zekâsının taklit edilmesi” anlamına gelmektedir.
Aslında mesele bundan ibaret değildir. Yapay zekâ, yalnızca bir yazılım olarak kalmayıp kullanıcılardan bir şeyler öğrenebilen, tahmin yürüten ve nihai karar verebilen bir sistemler bütünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Kısacası, makine sadece verilen komutları değil; aynı zamanda önceden öğrendiği bilgileri de kullanarak anlamaya ve yönlendirmeye çalışan bir teknolojiye dönüşmüştür.
Bu teknoloji, veri gizliliğini koruduğunu iddia ederek kullanıcılarına güven aşılamaya çalışmaktadır. Ancak çoğumuz, her gün farkında olmadan çeşitli görsel, yazılı ve işitsel verilere maruz kalıyoruz. Bu bazen Netflix gibi platformlarda karşımıza çıkan film önerileriyle, bazen haritaların trafik yoğunluğunu göstermesiyle, bazen de telefonlarımıza düşen “sana özel” ürün tavsiyeleriyle karşımıza çıkıyor. Başka bir ifadeyle, yapay zeka hayatımızın her alanına girdiği artık inkar edilemez bir gerçek.
Bunun dışında, yapay zekâyı yaşamının merkezine yerleştiren insanlar da mevcut. Günlük akış içerisinde kendisini yönlendiren sesli komutlar, fotoğraflarını düzenleyen yapay mekanizmalar ve bilgiye erişimin hızına alışmak, bir noktada merak duygusunu köreltiyor.
İnsanlar artık hayatlarında olup biten pek çok şeyi yapay sistemlerle paylaşıyor, hatta onlarla fikir alışverişi yapıyor.
Peki biz bu yapay gerçekliğin neresindeyiz?
İnsanı insan yapan şey duygulardır. Bu duygular, bazen bir şeyi başarma isteğinde, bazen de eksik yapabilme cesaretinde kendini gösterir. Yapay zekâ ise duygusuzdur; sadece verilen bilgileri işler. Her şeyi biliyor olabilir, ancak hissedemez.
Oysa insanı insan yapan şey bilmek değil, hissetmektir.
Belki de bu çağın en büyük tehlikesi, hissizleşmektir.
Yapay zekâ ilerledikçe, bizden çaldığı en değerli şeyin ne olduğunun farkına varmamaya başlıyoruz: insanlık.
Yapay bir mekanizmanın bize unutturduğu insanlığa selam olsun.