Bir hayal, bir çocuğun gözlerinde doğar. Tozlu raflarda bekleyen kitaplar kadar sabırlı, gökyüzüne bakarken kurulan düşler kadar suçsuz.
Ama zaman, o mahkeme salonuna benzer. İçinde büyüyen her umut, gün gelir yargılanır. Kimi, "gerçekçi değil" suçlamasıyla suçlanır. Kimi, "zamanı geçti" damgasıyla mühürlenir. En parlak hayaller bile, bazen en karanlık odalara atılır.
Kendine ait bir şarkıyı söylemek isteyen bir ses, başkalarının beklentileriyle susturulur. Ressam olmak isteyen bir el, geçim derdiyle kalem tutmaya mahkûm edilir. Aşık olmak isteyen bir kalp, ördüğü duvarlar arasında boğulur.
Ve işte o an, hayaller yalnızca vazgeçilen şeyler değil, hüküm giymiş mahkûmlardır artık. Ne bir çıkış yolu vardır, ne de bir af mektubu.
Sadece sessiz bir çığlık kalır geriye; duyulmayan, anlaşılmayan… ama asla tamamen ölmeyen bir çığlık. Çünkü bazı hayaller, ölmeden önce son bir kere daha göğe bakmak ister: “İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar Şu aranıp duran korkak ellerimi tut Bu evleri atla bu evleri de bunları da Göğe bakalım”
-Turgut Uyar Göğe bakmak, hüküm giymiş hayallere son bir selamdır belki de. Ve belki, zincirlerini kıracak kadar cesur bir an, tam da o bakışta saklıdır…