Acının Ayarı Kaçınca
Hayatın darbesini yemeyenimiz yoktur. Kimimiz sessizce kendi içine çöker, kimimiz aynı darbeden yeni bir başlangıç çıkarır. Peki neden bazılarımız acıdan güç alırken, bazıları aynı acının altında eziliyor? Geçtiğimiz günlerde bu soruya yeniden takıldım. Çünkü toplumca da bireysel olarak da ilginç bir yanılgıya sahibiz: “Acı insanı güçlendirir.” Ne güzel, ne romantik bir cümle… Ama ne yazık ki tek başına doğru değil.
Bilim bu meseleyi çok daha soğukkanlı şekilde ele alıyor. Psikolojide “travma sonrası gelişim” diye bir kavram var; ağır bir sarsıntıdan sonra insanın hayata bakışının olgunlaşması, önceliklerinin değişmesi, dayanıklılığının artması… Gerçekten de bazı insanlar acıdan bir güç devşirebiliyor. Ama aynı bilimin bir başka tarafında “travma sonrası yıkım” var: çökkünlük, kaygı, kendilik değerinin düşmesi, motivasyonun söndürülmesi… Yani acı, sizi büyütmek için değil; sizi dönüştürmek için gelir. Bu dönüşümün yukarı mı aşağı mı olduğunu ise kişinin içsel dünyası, destek sistemi ve stresin “dozu” belirler.
Evet, acı bir doz işidir. Tıpkı ilaç gibi… Azı güçlendirir; fazlası zehirler. Bedenimiz acı ve stresle karşılaşınca kortizol dediğimiz alarm hormonunu salgılar. Kısa süreli stres, zihni keskinleştiren bir itiş gücüdür; odaklanma artar, kişi toparlanır. Ama uzun süreli olduğunda aynı hormon beynin bağlantılarını zayıflatır, bağışıklığı düşürür, uyku düzenini bozar. Yani acı bizi güçlendirme potansiyeline sahip olsa da, aynı kolaylıkla bizi aşağı da çekebilir.
Burada devreye iki alan giriyor: Bilinçüstü ve bilinçaltı. Bilinçüstü dediğimiz, olayları yorumlayan, “Bunu aşabilirim” ya da “Bu beni bitirdi” diyen kısım. Acıyı nasıl anlattığımız, onun etkisini belirliyor. Bilinçaltı ise daha derinden çalışıyor: Eski izleri, korkuları, çocukluk kayıtlarını saklıyor. Bazen insan “iyiyim” diye dolaşırken bilinçaltı hâlâ alarm modunda kalıyor. Bu yüzden acıyla başa çıkmak sadece düşünceyi değiştirmekten ibaret değil; bedenin ve duygunun da aynı masaya oturması gerekiyor.
Peki ne yapmalı? Bilim burada da net konuşuyor: Bastırmak değil, işlemek. Konuşmak, anlamlandırmak, yazmak, yüzleşmek… Bir duyguyu içe gömmek onu yok etmiyor; sadece yeraltına gönderiyor. Biyolojik tarafta ise nefes pratikleri, hareket, uyku düzeni ve sosyal destek en güçlü onarıcılar. İnsan yalnız acı iyileştiremiyor; oksitosin dediğimiz bağ hormonu, paylaşılan acıda devreye giriyor. Yani güçlü olmak, yalnız dayanmak demek değil; gerektiğinde yardım istemek de bir güçtür.
Acının bizi güçlendirmesi için illa büyük krizlere gerek yok. Küçük ritüeller bile — bir yürüyüş, bir oda düzenleme, bir fincan çay — beyne “kontrol bende” mesajı veriyor. Bu küçük adımlar, insanı karanlıktan çıkaran merdivenin basamakları oluyor. Ve elbette bazı acıların profesyonel destek olmadan kapanmadığını da kabul etmek gerekiyor. Bu zayıflık değil, iyileşmeye niyet göstergesidir.
Sonuç mu? Acı bizi güçlendirir mi? Evet, ama kendi kendine değil. Anlamlandırılmamış bir acı insanı yıkar. Üstüne düşünülmüş, işlenmiş, dönüştürülmüş bir acı ise insanı bambaşka bir yere taşır. Belki de mesele acının kendisi değildir; acıyla kurduğumuz ilişkiyi nasıl seçtiğimizdir.
Özetle: Acıdan kaçmak mümkün değil, ama acının bizi nereye götüreceğine karar verebiliriz. Çünkü hayat, bazen en sert öğretmenimizdir; ama doğru dinlerseniz, en çok orada büyürsünüz.

